Hiçbir kuralın olmadığı, en yaratıcı fikirlerinizin, en değerli markalarının bir gecede kopyalanıp sokaklarda satıldığı bir dünya hayal edin. Bu size bir distopya gibi mi geliyor? Aslında bu, çok da uzak olmayan bir geçmişte, benim ülkemin gerçeğiydi. Elimdeki “Marka Hukuku Peşinde Kırk Yıl” kitabı işte bu süreci anlatıyor.
Bu kitap, bir hukuk mücadelesinden çok daha fazlasını anlatıyor. Bu, bir ülkenin kendi değerlerine, yaratıcılığına ve geleceğine nasıl sahip çıktığının 40 yıllık mücadele azmidir. Ve bu hikayenin kahramanlarından biri ve öncüsü, benim üniversiteden sınıf arkadaşım, Avukat Vehbi Kahveci.
90’lı yılların başında, Türkiye başta tekstilde bir üretim üssü olmaya başlamasıyla birlikte, milyarlarca dolarlık bir "taklit" ekonomisi de oluşmaya başladı. O zamanlar Türkiye, taklit ürünler için bir üretim, ihracat ve transit merkeziydi. Bu tezgahlarda satılan sadece bir çanta, bir tişört değildi. Bu tezgahlarda satılan, ülkenin imajı, vergi gelirleri ve en önemlisi geleceğe olan inancıdır. Toplum taklitçiliği bir suç olarak bile görmüyor. Hatta bazıları bunu "akıllıca" bir ticaret olarak adlandırılıyordu.
Peki, bir ülke bu algıyı nasıl değiştirir? Bir "taklit cenneti" imajından, fikri mülkiyet haklarının korunduğu saygın bir ekonomiye nasıl dönüşür?
Cevap basit değil, ama tek kelimeyle özetlenebilir: Mücadele.
Ama bu başarı kolay gelmedi.
Daha üniversite yıllarında, ders aralarında Eminönü’nde melamin fincan aramakla, pazarda kartpostal satmakla piyasaya aşina olan Vehbi, yeni yıl öncesi kör bir kadından “İnsan bulunduğu ortama hemen uyum sağlar” cümlesi kendisini etkiledi. Bu, onun yaşam felsefesinin ilk tohumu oldu: “Her ortamda güzellik vardır, yeter ki görebilesin.”
Genç bir avukat olarak İstanbul Barosu’na kaydını yaptırdığında, hukuk onun için sadece kurallar bütünü değil, insanla doğrudan temas kurabileceği bir zanaattır. Ceza davalarında çalıştı. Uyuşturucu suçlarıyla ilgili en büyük dosyaları aldı. Ama bir gün bir profesör ona şu cümleyi kurdu: “Sen neden böyle dosyaların içinde boğuluyorsun?”
İşte bu cümleyle yönünü değiştirdi. Çünkü o, yalnızca yasa uygulamak istemiyordu; sistemin kendisini değiştirmek istiyordu.
Bu mücadele, Vehbi gibi bir avuç insanın "Artık yeter!" demesiyle başladı. O, ceza hukuku gibi daha popüler bir alanda kariyer yapabilecekken, kimsenin dokunmak istemediği bu karmaşık ve tehlikeli alana girmeyi seçti. Çünkü bu işin arkasında sadece basit esnaflar yoktu. Organize suç örgütleri vardı. Para aklama vardı. Hatta avukatlara yönelik fiziki saldırılar vardı. Bu, sadece bir hukuk savaşı değil, aynı zamanda bir cesaret sınavıydı.
İlk adım, dağınık güçleri birleştirmek oldu. “Birleşmiş Markalar Derneği” ile yerli markaların ihracatına liderlik edenler arasında yer aldı, “Tescilli Markalar Derneği”nin kuruluşunda yer alarak marka sahipleri tek bir ses haline getirilmesine yardımcı oldu. İstanbul Barosu'nda başlatılan eğitim programlarıyla, bu alanda uzmanlaşacak binlerce yeni hukukçu yetiştirildi.
Sonra silahları, yani yasaları güçlendirdiler. Yıllarca KHK'larla yürütülen mücadele, Sınai Mülkiyet Kanunu gibi sağlam bir yasal zemine oturtuldu. Fikri haklar alanında uzmanlaşmış mahkemeler, savcılık büroları, polis ve gümrük birimleri kuruldu. Devlet, bu mücadelenin arkasında durmaya başladı.
Ama en zor olanı neydi biliyor musunuz? Zihniyeti değiştirmek.
Yakalanan milyonlarca ürün yakılarak imha ediliyordu. Bu, kamu vicdanında "israf" olarak görülüyordu. İşte o zaman devrimci bir fikir ortaya atıldı: Bu ürünlerin marka kimlikleri sökülsün ve Kızılay aracılığıyla ihtiyaç sahiplerine dağıtılsın. Bu, taklitçiliğin gayrimeşru olduğunu anlatırken, aynı zamanda ortaya çıkan "değerin" topluma geri kazandırılmasını sağlayan dahice bir adımdı.
Size, kitap yer alan bir anekdot, konuyu çok güzel anlatıyor: Bir Çinli iş insanı diyor ki: "Müslüman iş insanları bizden taklit ürün alırken üzerine dünyaca ünlü markaları basmamızı istiyor. Ama onları yemeğe götürdüğümüzde, yemeğin 'helal' olup olmadığını soruyorlar. Merak ediyorum; sahtekarlık yapmak, taklit satmak helal mi?"
Bu soru, meselenin sadece hukuk ve ekonomi olmadığını gösteriyor. Bu bir ahlak, bir dürüstlük ve bir karakter meselesi. Aldığınız o "ucuz" taklit tişörtün arkasında sömürülen bir çocuk işçi olabilir... O taklit çantadan elde edilen gelir, bir suç örgütünü finanse ediyor olabilir... O sahte parfüm, sağlığınıza geri dönülmez zararlar verebilir.
Bugün bu savaş bitmiş değil. Sadece şekil değiştirdi. Fiziksel tezgahlardan, e-ticaret sitelerine, sosyal medya platformlarına taşındı. Hatta artık markaların kendileri değil, web siteleri bile taklit ediliyor. Mücadele devam ediyor.
Peki, bu 40 yıllık hikaye bize ne anlatıyor?
Bize, en karmaşık sorunların bile kararlı ve organize bir mücadeleyle aşılabileceğini anlatıyor. Bize, bir ülkenin en büyük sermayesinin binaları ya da yolları değil, fikirleri, markaları ve yaratıcı insanları olduğunu hatırlatıyor.
Ve en önemlisi, bize şunu söylüyor: Bir markayı korumak, sadece bir logoyu korumak değildir. O markanın arkasındaki emeği, hayali, kaliteyi ve o markaya güvenen milyonlarca insanın inancını korumaktır.
Yaratıcılığın ve emeğin sahtesinin olmadığı bir dünya için, bu mücadele hepimizin.




























