İSTANBUL - Bugün Dünya Türk Kahvesi Günü. Yemen'den İstanbul'a saraydan kahvehaneye uzanan Türk kahvesi, konuşmanın ve birlikte durmanın ritmiydi. Yasaklandı ama toplumsal hafızada kök saldı.
Bir fincan Türk kahvesi küçük görünür ama içindeki zaman geniştir. Yavaşça yükselen köpüğü, fincanda kalan telvesi ve koyu kokusuyla yalnızca bir içecek değil; birlikte oturmanın, söze başlamanın, sessizce beklemenin bir biçimidir.
Bir kültürü anlatan Türk kahvesi, 2013 yılında UNESCO tarafından Somut Olmayan Kültürel Miras Listesi'ne eklendi. O tarihten bu yana 5 Aralık, "Dünya Türk Kahvesi Günü" olarak kutlanıyor.
Türk kahvesinin "geleneksel ürün" olarak tescili de gündemde. Kasım ayı başında Avrupa Birliği'nin (AB) resmî gazetesinde yayımlanan duyuruyla Türk kahvesi, "geleneksel ürün adı" (Traditional Specialty Guaranteed – TSG) olarak tescil sürecinin son aşamasına geldi. Üç aylık itiraz sürecinin ardından karar kesinleşirse Türk kahvesi artık dünyada ancak belirli bir hazırlama yöntemini izleyen fincanlara bu adla sunulabilecek.
Bu tescil, kahvenin nereden geldiğini değil, nasıl yapıldığını koruyor. Yani Türk kahvesi, bir coğrafyanın değil, bir usulün adı.
İstanbul'a taşınan bir tat
Kahve, 16. yüzyılın ortalarında Yemen'den İstanbul'a ulaştığında, Osmanlı saray mutfağı zaten baharat, şerbet ve kokuların iç içe geçtiği bir zenginlik taşıyordu. Ancak kahvenin sarayda gördüğü kabul, tadından çok sunumuyla ilgiliydi.
Topkapı Sarayı'nda kahve hazırlamak ve sunmak, "kahvecibaşı"nın başında bulunduğu özel bir görev alanıydı. Burada kahve, fincandan önce davranış biçimiyle kendini gösterirdi.
Kahvenin saray katlarında kazandığı anlam, bir ikramdan fazlasını tarif ediyordu: Hizmetkarların dizilişi, fincanın zarf içindeki duruşu, peşkirin misafirin dizine yerleştirilişi, gülabdanla yayılan kokunun odada açtığı alan…
Hepsi, fincan masaya varmadan önce söylenen bir nezaket cümlesi gibiydi. Fincan zarfının dokusu ve motifi, kahvenin yalnızca sıcaklığını tutmaz; emeği, inceliği, göze hitap eden estetiği de taşırdı.
Kahvecibaşı ve kalfalarının işi cezveyi ocağa koyup kaldırmaktan ibaret değildi; mekanı ve zamanı da düzenliyordu. Bu yüzden sarayda kahve çoğu zaman sözden önce gelir: Bir kabul, bir mesafe, bazen de bir uyarı, fincanın geliş biçiminden anlaşılır.
Bu törensel dil kısa sürede konaklara ve üst düzey idare mekanlarına yayıldı. Sadrazam konaklarında kahve ve şerbetin beraber sunulması, ziyaretin anlamını ve ağırlığını belirtirdi. Kimi kayıtlarda kahvenin önce kime götürüldüğünün bile bir saygı sıralaması olduğu anlatılır. Servisin akışı, konuşmanın ritmini tayin eder, kahve gündelik siyasetin arka fonunu sabitleyen bir "vakit" haline gelirdi.
Kahvehaneler: Sözün dolaştığı yerler
1550'lerde Tahtakale'de açıldığı bilinen ilk kahvehaneler, İstanbul'da yeni bir buluşma biçimini mümkün kıldı. Burada kahve içmek, yalnızca damak tadıyla ilgili değildi; kahvehaneler haberlerin dolaştığı, hikayelerin anlatıldığı, şiirlerin okunduğu, satranç ve tavlanın oynandığı, bir anlamda şehir aklının çalıştığı mekanlardı. Meddahların sahne aldığı, devlet işlerinin fısıltıyla konuşulduğu bu yerler, kamusal hayatın doğduğu alanlardan sayılır.
Kahvehane, mahalle ve çarşı arasında bir eşikti: Esnaf sabahın erken saatinde ilk fincanını alır, akşamüstü şairler ve musiki meraklıları bir araya gelir, gündüzün dedikodusu akşamın sohbetine dönüşürdü. Zamanla kahvehane, "şehir aklının" hareket ettiği bir yere dönüştü.
Bu serbest dolaşım, bazı dönemlerde yönetimi kaygılandırdı. IV. Murad devrinde kahvehaneler kapatıldı, kahve yasaklandı. Ama alışkanlık evlere, avlulara, atölye köşelerine taşındı; kadınların ev içi toplantılarında kahve görünmez bir dayanışma diline dönüştü. Yani yasak, kültürü kesintiye uğratamadı; yalnızca mekan değiştirdi. Böylece kahvenin toplumsal hafızası daha da kök saldı. "Bir kahve içelim" cümlesi, o günden beri buluşma, barışma, konuşma, hatta bazen karar alma davetidir.
Çekirdekten fincana: Sessiz bir zanaat
Türk kahvesinin ayırt edici özelliği yalnızca tadında değil, hazırlanış biçiminde yatar. Kavrulmuş çekirdek, soğudan diye anılan kaplarda dinlendirilir. Bu dinlenme, çekirdeğin yağını dengeler; kokunun sertleşmesini engeller. Ardından kahve, un inceliğinde çekilir. Bu kadarı bile tek başına bir ustalık ister.
Cezvenin bakır olması, ısının kahveye yavaşça geçmesini sağlar. Kahvenin aceleye gelmemesi, köpüğün diri kalması için gereklidir. Kahve hızlı ısıtılırsa köpük söner, köpük sönerse kahve ölür. Bu yüzden kahve kaynatılmaz. Bekletilir, olgunlaştırılır.
Fincan ve takımların da bir dili vardır. Fincan zarfı sadece süs değil; ısıyı ele uygun taşıyan pratik bir çözümdür. Gülabdan, kahve gelirken mekana ince bir koku yayar. Kütahya ve çevresinde fincan, zarf ve cezveler usta-çırak düzeninde üretilir. Arşivlerde fincancı ustalarıyla işverenler arasında erken tarihli sözleşmelere rastlanır. Böylece kahve, yalnızca bir içim değil, zanaatkarların emeğiyle yaşayan bir maddi kültür dünyası olur.
Cezvede ağır ateşte pişen kahve, modern hayatın aceleci ritmine küçük bir itirazdır, beklemeyi ve birlikte oturmayı hatırlatır. Telvenin fincanda kalması, içene bir durma alanı bırakır. Kimi evlerde bu an fal ile uzatılır. Fakat fal, geleceği söylemekten çok sohbeti sürdürmenin bahanesidir.
Avrupa'da iz bırakan bir fincan
Türk kahvesi 17. yüzyılda Osmanlı elçilik heyetleriyle Paris ve Viyana saraylarına taşındığında, Avrupa'nın karşısına yalnızca yeni bir lezzet değil, yeni bir sunum ve zaman anlayışı çıktı.
Elçilerin kabul günlerinde küçük fincanların zarf içinde dolaşması, cezveden fincana köpüğün dikkatle aktarılması, gül suyunun hafif kokusu ve misafirin beklediği o kısa sessizlik, Parisli ve Viyanalı izleyiciler için başlı başına bir sahneydi. Bir gravürde, Paris'te halka açık bir salonda bir Türk elçisinin kahve dağıtırken gösterilmesi, bu merakın izlerinden biridir. Dönemin çizimlerinde uzun saplı cezveler, ince belli fincanlar ve masanın etrafında toplanan kalabalıklar ayrıntıyla resmedilir. Elçilik konaklarının kapısından taşan bu merasim, kentin salonlarına ve moda sohbetlerine hızla konu olur. 19. yüzyıl gazetelerinde Avusturya İmparatoriçesi Elisabeth'in her akşam Türk kahvesi içtiği yazılır; bu not, küçük fincanın aristokrat beğenide bıraktığı izi gösterir.
Paris'te kahve kısa sürede "şık bir alışkanlık"a dönüştü ama Türk kahvesinin önerdiği yavaş ritim, Avrupa'da çoğu yerde farklılaştı. Salonlarda ve ilk kahvehanelerde "café à la turque" adıyla cezveden servis edilen küçük fincanlar bir dönem revaçta olsa da zamanla fincan büyüdü, telve süzüldü, içim hızlandı. Viyana'da saray çevresi kahveyi benimsedi fakat filtre ve süt ilavesiyle bambaşka bir damak belleği oluştu.
Türk kahvesinin telvesi ve köpüğüyle birlikte önerdiği bekleme anı ise çoğu yerde törenden hatıraya, hatıradan yalnızca tada doğru geriledi. Yine de seyahatnamelerde ve salon yazılarında "Türk usulü kahve"ye dair hayranlık notları, cezvenin ve küçük fincanın "şehirli zarafet"in parçası olarak kaydedildiğini gösterir. Kimi envanterlerde konuk ağırlama setleri arasında ibrik, cezve ve fincan zarfı tek tek sayılır.
Avrupa'nın kahveyle kurduğu ilişki böylece iki ayrı yola ayrıldı: Biri tadı merkeze alan hızlı içim, diğeri usulü ve beklemeyi önceleyen ritüel. Bugün AB'nin tescil yoluyla korumayı hedeflediği tam da bu ikinci çizgi: Hazırlama biçimi, köpüğün sönmeden fincana taşındığı dikkatli an, telvenin fincanda bıraktığı sakinlik ve küçük fincanın açtığı büyük sohbet. Fincanın küçük kaldığı, sohbetin ise genişlediği zaman.
Bugünün dünyasında Türk kahvesi
Türk kahvesi bugün Türkiye'nin ötesinde geniş bir coğrafyada günlük hayatın parçası.
Türkiye İstatistik Kurumu’na ait veriler, kavrulmuş ve öğütülmüş kahve ile kahveli içeceklerin 2023'te yaklaşık 39,7 milyon dolarlık ihracata ulaştığını gösteriyor. Türkiye 2020'den 2024'ün ağustos ayına kadar dönemde ise 154 milyon dolardan fazla kahve ihracatı yaptı. Başlıca alıcılar arasında ABD, Hollanda, Belarus ve Suudi Arabistan öne çıkıyor. Bu yalnızca bir ticaret verisi değil; göçle taşınan mutfak hafızasının sürdüğüne dair bir işaret. Üçüncü dalga kahve akımı içinde cezvenin yeniden görünür olması, fincan zarfının ve lokumlu servisin vitrine dönmesi de bu yüzden.
Bir fincan, 40 yıl hatır
Belki bugün yine biri komşusuna kapıyı çalıp "bir kahve yaptım, gel" diyecek. Masaya iki küçük fincan konacak, köpük ağır ağır sönecek, söz de yavaşça gelecek. Kimse ölçü sormayacak: Çünkü Türk kahvesinin en doğru tarifi hiçbir kitapta değil, oturulan masada bulunur. Bir fincan kahvenin kırk yıl hatırı, şimdi artık resmi kayıtlarda da saklı. Ama hatır yine eskisi gibi: İnsan, insanla yan yana oturduğunda başlar.